Müvekkil Adnan Oktar'ın Avukatlarının Cezaevinden Pusula Yazdığı Haberleri Doğru Değildir
14 Nisan 2025 tarihinde Ekol TV’de yayınlanan Kontrol Noktası isimli programda ceza hukukçusu Sayın Ruşen Gültekin ve programa katılan diğer kişiler müvekkil ve arkadaşları hakkında bazı gerçek dışı yorumlarda bulunmuştur. Ruşen Gültekin Bey’in Adnan Oktar Davası dosyası hakkında bilgisi olmadığı yaptığı yorumların içeriğinden anlaşılmaktadır. Hakimlik ve Savcılık yapmış, şu anda da avukatlık mesleğini yürüten bir ceza hukukçusu olarak bilgi sahibi olmadığı bir dosya hakkında meslektaşlarını itham altında bırakacak nitelikte yorumlar yapmasının kendisine yakışmadığı kanaatindeyiz. Program öncesinde dava dosyası hakkında bilgi edinememiş olmasını anlayışla karşılıyor, ancak bundan sonra katılacağı programlarda doğru ve adil bir değerlendirmede bulunabilmesi için bazı hususları kendisine açıklamakta yarar görüyoruz.
1. ADNAN OKTAR DAVASI DOSYASINDA HİÇBİR AVUKATIN CEZAEVİNDEN PUSULA YAZMASI DİYE BİR DURUM YOKTUR, BÖYLE BİR OLAY HİÇBİR ZAMAN YAŞANMAMIŞTIR
Ruşen Bey’in kamuoyuna “(sözde) örgütün devamlılığı” olarak yansıyan dosya hakkında kulaktan duyma bilgilerle böyle bir yorumda bulunduğu anlaşılmaktadır. Bugüne kadar müvekkilin tek bir avukatıyla dahi dışarıya pusula gönderdiğine dair ne bir tutanak, ne bir suçüstü, ne bir yakalama, ne bir belge, ne bir eylem, ne de bir vaka yaşanmamıştır. MÜVEKKİLİN AVUKATLARIYLA YAPTIĞI TÜM GÖRÜŞMELER TUTUKLANDIĞI 2018’DEN BU YANA KAYIT ALTINDADIR.Müvekkil avukatlarıyla yaptığı tüm görüşmeleri yanında iki memurla ve kamera kaydıyla yapmaktadır. Kendisine gelen tüm savunma evraklarına ve kendisinin dışarıya verdiği tüm evraklara önce kurum tarafından el konulmakta, İnfaz Hakimliği’ne gönderilmekte ondan sonra verilmektedir. Bu sebepledir ki yargılandığı dosyanın iddianamesi kendisine yayınlandıktan 1.5 ay sonra verilmiş, savunmaya iddianamenin içeriğine vakıf olamadan çıkmak zorunda kalmıştır.
Tüm bu koşullar altında müvekkilin avukatları aracılığıyla “örgüt” yönettiği iddia ediliyorsa bu durumda her avukat görüşünde yanında hazır bulunan memurların, kamera kaydını deşifre eden ve raporlayan memurun, bunları kontrol eden idari amirin, kayıtları inceleyen cezaevi savcısının da olayın içinde olduklarını hatta görüşe gelen avukatlardan daha sorumlu olduklarını düşünmek ve onlara örgüt üyeliği ve örgüt yönetme suçlaması isnat etmek gerekir. Bu ne kadar abes bir durum olacaksa bu kadar katı tedbir ve denetim altında müvekkil Adnan Oktar’ın avukatlarının pusula çıkardığı iddiası da bu derece abestir.
Müvekkile avukat görüş kısıtlılığı getirmek kastıyla hazırlanan raporlarda sözde örgütsel eylem olarak nitelendirilen gerekçelere bakıldığında ise ortada bir örgüt de yönetme de olmadığı, tek amacın müvekkilin savunma hakkını ve düşüncesini ifade etmek gibi en temel özgürlüklerini elinden almak olduğu, tüm bunların bir psikolojik savaş taktiği olarak yapıldığı açıkça görülmektedir.
BAHSE KONU DOSYANIN İDDİANAMESİNE DE YANSIDIĞI ÜZERE MÜVEKKİLİN,
- Gündeme dair değerlendirmelerde bulunması,
- Olayları ayetler ve hadislerle yorumlaması,
- 40 yıllık arkadaşlarının halini hatırını sormaktan ibaret olan mektuplar yazması veya kendisine mektup yazılması – ki bu mektupların hepsi cezaevi tarafından satır satır okunup onaylanıp öyle verilmektedir-,
- Savunması kapsamında duruşmada anlattığı konuları öncesinde avukatlarıyla değerlendirmesi (örneğin Mehdiyet iddiası olduğu için avukatlarıyla bunu konuşması ama bunun örgüt propagandası olarak değerlendirilmesi gibi),
- Televizyonda gördüğü bir haber hakkında düşüncesini ve kanaatini beyan etmesi gibi TAMAMI İNSANİ, HAYATIN OLAĞAN AKIŞINA UYGUN VE HİÇBİR SUÇ UNSURU İÇERMEYEN KONUŞMALAR BAŞINA ÖRGÜT KELİMESİ EKLENEREK SUÇ GİBİ GÖSTERİLMEYE ÇALIŞILMAKTADIR.
Böyle bir anlayışla insanın ağzından çıkan her kelimenin, keyfi ya da bilgisizce katı değerlendirmelerle suç gibi gösterilmesi mümkündür. Bu anlayışın yaygınlaşması ve hakim olması ise otoriter ve totaliter rejimlerde görülen “hiza etme” zihniyetinin hakim olması anlamına gelecektir ki hiç kimse Türkiye’nin bu tip bir sürecin içine girmesini istemeyecektir. Hür ve demokrat bir zihne sahip olduğu görülen Ruşen Bey’in de bu tip hukuk dışı zihniyetleri ve uygulamaları tasvip etmeyeceği açıktır.
Kamuoyuna avukatlarıyla sözde örgütü yönetiyor iddiasıyla yansıtılan dosyada da dosyanın 14 klasörlük eklerinde tek bir tane bile müvekkil veya avukatlarına dair pusula yoktur.
Yargılananların dijital materyallerinde -yasaya aykırı işlem yapıldığı için aleyhe hiçbir hususu kabul etmemekle birlikte- cezaevinde ablası, yeğeni, yengesi, abisi gibi yakın akrabaları bulunan kişilerin, akrabalarının pantolon, çorap gibi temel insani ihtiyaçlarını temin etmek amacıyla yaptıkları yazışmalar ÖRGÜTSEL PROPAGANDA VE ÖRGÜTSEL EYLEM OLARAK DEĞERLENDİRİLMİŞTİR. Sırf bu gerekçeyle sanıklar 2 yıl tutuklu tutulmuş, Kayseri, Tarsus, İzmir gibi uzak illere gönderilmişlerdir.
Konunun müvekkille doğrudan hiçbir ilgisi olmamakla birlikte bir insanın tutuklu bulunan akrabasının, akrabası olmasa dahi bir arkadaşının cezaevindeki ihtiyaçlarını gidermek için avukatı aracılığıyla iletişim kurması son derece insani bir durumdur.
Kanaatimizce Ruşen Bey gerçek bir silahlı suç örgütünün dijital materyallerinde ele geçebilecek yazışmaların içeriğinin pantolon, çoraptan ibaret olmayacağını birçok vatandaştan daha iyi bilecek bir tecrübeye sahiptir. Meslektaşlarını kulaktan dolma bilgilerle itham etmek gibi kendisine yakışmayan bir tutumdan imtina edeceğine olan güvenimiz de tamdır.
KALDI Kİ SAYIN İMAMOĞLU BAŞTA OLMAK ÜZERE BİR ÇOK SİYASİ TUTUKLU VE HÜKÜMLÜNÜN DÜZENLİ OLARAK DIŞARI EL YAZISI PUSULALAR GÖNDERDİĞİ TÜM TÜRKİYE TARAFINDAN GÖRÜLMEKTEDİR. Bu el yazısı notlar sosyal medyada, televizyonlarda, miting meydanlarında yayınlanıp okunmaktadır. Eğer bunlar örgütsel haberleşme olarak görülüp yasaklanmıyorsa, müvekkilin avukatlarını 7 yıldır bir kere bile böyle bir fiil yapmadıkları halde hiç yapmadıkları ve yapılması durumunda diğer insanlar için suç görülmeyen bir eylemin müvekkil söz konusu olduğunda suç gibi gösterilmeye çalışılması hakka ve hukuka uygun olmadığı gibi vicdani de değildir.
2. ETKİN PİŞMANLIK MÜESSESİNİN BİR KUMPAS ALETİ OLARAK KULLANILMASI
Adnan Oktar davası ana dosyasında olduğu gibi devamlılık dosyasında da ortadaki tek veri etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyen bir şahsın beyanlarıdır. Etkin pişmanlık müessesinin bir kumpas aleti olarak kullanıldığı konusunda müvekkil ve arkadaşları son 7 yıldır tüm kurumları bilgilendirmişler, kanaat önderlerini, akademisyenleri, siyasi partileri ve basını uyarmışlardır. Son günlerde İmamoğlu Davası dosyasında tutuklu kadınların “bir daha hapisten çıkamaz, çocuklarını göremezsin” tehdidiyle etkin pişman olmaya ve Sayın İmamoğlu aleyhine beyan vermeye zorlanmalarıyla, müvekkil ve arkadaşlarının 7 yıldır ne kadar önemli bir konuya dikkat çektikleri herkes tarafından anlaşılmıştır.
ADNAN OKTAR DAVASI ANA DOSYASININ TAMAMI CEZAEVİNE KONULUP “BİR DAHA MAVİ GÖKYÜZÜNÜ GÖREMEZSİN” DİYEREK TEHDİT EDİLEN İNSANLARIN, HAKLARINDA YASAYA AYKIRI OLARAK YURT DIŞI ÇIKIŞ KARARI ALINDIKTAN SONRA EMNİYETE ÇAĞRILIP “BAK BUNDAN SONRA YA SANIK OLURSUN YA MÜŞTEKİ” DİYE KORKUTULAN KADINLARIN HİÇBİR SOMUT DELİL İLE DESTEKLENMEYEN, BAŞTAN SONA BİRBİRİYLE ÇELİŞEN BEYANLARINDAN OLUŞMUŞTUR.
Tüm emniyet ve adliye personelini tenzih etmekle birlikte, bir derin devlet uygulaması olarak; Eski Türkiye’de fiili işkence ile alınan gerçek dışı beyanlarla insanlar mahkum edilirken, yeni Türkiye’de insanları cezaevine atıp, malına mülküne el koyup, insani bir koşulda yaşayamaz hale getirip iradesini kırarak yalan beyan almak yöntem olarak benimsenmiştir. Bu uygulama en az fiili işkence kadar insanlık dışı, çirkin ve açık bir hukuk ihlalidir.
Müvekkil ve avukatları hakkında yayınlanan gerçek dışı bilgilere kaynak olan etkin pişman sanık Fatih Kılıç’ın ifadesi de benzer bir sürecin ürünüdür. 20 yıldır müvekkil Adnan Oktar’ın arkadaş grubu içinde olan ve son derece aktif sorumluluklar alan bu kişi -kendi beyanıyla- 2018’deki operasyon sonrasında teslim olmak yerine firari olmuş ve tam 5 yıl boyunca canla başla müvekkil ve arkadaşlarının masumluğunu anlatmak için çalışmıştır. Ana dava dosyasında sayısız hukuksuzluk ve haksızlık yaşanmış, 10 bin yıllık hukuk dışı cezalara hükmedilmiş ama ümidini yitirmemiş, çabasına devam etmiştir. İstinaf Mahkemesi 1.5 yıl boyunca dosyayı didik didik inceleyip Sayın Hakimlerin “DOSYADA BEYAN DIŞINDA BİR ŞEY GÖRMEDİK” diyerek bozma ve tahliye kararı vermesiyle hukuka güvenmesinin doğru olduğunu görmüştür.
ANCAK, İstinaf hakimlerinin bu hukuki kararını takiben;
- Başta Nedim Şener, Hilal Kaplan, Burak Bekiroğlu, Mücahit Birinci, Süheyb Öğüt, Furkan Bölükbaşı gibi kamuoyunun zihniyetlerini ve kişiliklerini yakından tanıdığı kişiler tarafından başlatılan kara propaganda ile İstinaf Hakimlerinin görevlerinden alınması,
- Hukuka aykırı bir şekilde hızla aynı İstinaf Dairesi içinde yeni bir heyet oluşturulması,
- İstinaf mahkemesi kararıyla tahliye olan kişilerin bir gün içinde apar topar yeniden tutuklanması kararının çıkması,
- Haklarında ortalama 400-500 yıl ceza hükmü olmasına rağmen tüm sanıkların kendi istekleriyle gidip teslim olmaları ve yeniden tutuklanmaları,
- Özetle 3-5 kişinin yaygarasıyla Devletin emek emek yetiştirdiği yüksek mahkeme hakimlerinin bile acımasızca harcayan bir zihniyetin varlığının görülmesi Fatih Kılıç’ın hukuka olan tüm güvenini yitirmesine ve gelecek ve can korkusuyla etkin pişman olmasıyla neticelenmiştir.
- Etkin pişmanlığının kabulünün tek şartı ise müvekkil Adnan Oktar’ın savunma haklarının tamamının elinden alınmasını sağlamak için avukatlarını suçlayabilecek bir kurgu için beyan vermesi olmuştur.
Fatih Kılıç ilk etkin pişman ifadesinden 3 ay sonra yeniden emniyete gidip 14 klasör evrak sunmuş, bu klasörler de bahse konu dosyanın temel isnatlarını oluşturmuştur. Ne var ki burada ilkokul çağındaki bir çocuğun bile fark edeceği anormallik çoğu kişi tarafından göz ardı edilmiştir. Gerçekten suç işlenen bir ortamda olduğunu düşünüp etkin pişmanlıktan faydalanmak isteyen bir insanın emniyete ilk başvurusunda anlattıklarını delillendirecek her şeyi sunacağı, 14 klasör gibi “dev bir arşive” sahipse bunu sunmak için 3 ay beklemeyeceği açıktır. Evraklar üzerinde yapılan inceleme ve Siber Şube Raporu’nun da ortaya koyduğu gibi bu 3 aylık gecikmenin tek açıklaması bunların tamamının sonradan oluşturuldukları ve hiçbir gerçeklik içermediğidir. Ki tüm bunlara rağmen bu 14 klasörün içinde de müvekkil Adnan Oktar’ın bir pusula ilettiği, avukatlarının cezaevinden not çıkardığı ve bu sebeple de tutuklandığı diye bir konu hiç yoktur.
3. TUTUKLULARIN TÜRKİYE’NİN DÖRT BİR YANINDAKİ CEZAEVLERİNE DAĞITILARAK HAKLARININ ELLERİNDEN ALINMASI OLAĞAN KABUL EDİLEMEZ
Ruşen Bey’in programda geçmişte yapmış olduğu İnfaz Hakimliği ve savcılık tecrübesine dayanarak, örgüt davalarının dosyalarında yargılananların cezaevlerine dağıtılmalarının olağan bir uygulama olduğunu söylemektedir.
ANCAK inanıyoruz ki bir hukukçu olarak burada kastettiği “olağanlık” en temel insani hakların ihlal edilmesinin olağanlaştırılması anlamında değildir.
Zira son yıllarda Türkiye’de farklı düşünen, fikri etkili olan, sevilen, değer verilen insanların hukuksuz bir şekilde tutuklanıp, içi boş dosyalarla karalanıp linç edilip, hukuka ve usule aykırı hükümlerle yıldırılmaya çalışıldığı çok iyi bilinmektedir. Somut örneklerle de görülmektedir.
Bugün İmamoğlu Dosyası vesilesiyle müvekkil ve arkadaşlarının 7 yıldır kesintisiz yaşadıkları bir hukuk karanlığının adım adım nasıl işletildiğine tüm Türkiye şahit olmaktadır.Konu;
- İşlenmiş bir suç veya suçu önleme kaygısı olmamaktadır.
- Bazı derin devlet odaklarının kendi ideolojilerine ya da menfaatlerine karşı bir “tehdit” olarak algıladıkları kişileri kendilerince yıpratma, etkisiz hale getirme çabası söz konusudur.
- Suç veya suça dair delil olmadığından da, tüm dosya sadece suni olarak ve çoğuz zaman zorla, dayatmayla ve korkutmayla oluşturulmuş beyanlarla ilerlemektedir.
- Beyanlar üzerinden içi boş yaygara koparılarak kamuoyu nezdinde bir algı oluşturulmakta, kimse bu söylenenlerin hukuki bir değeri veya karşılığı var mı konusu üzerinde düşünemeyecek hale getirilmektedir.
- Bu kamuoyu algısı oluşturulduktan sonra da acımasızca, pervasızca ve kontrolsüzce hukuk çiğnenmekte, insanların hayatları hiçe sayılmaktadır.
İŞTE BU SEBEPLE, SÖYLENENLERE KÖRÜ KÖRÜNE İTİBAR ETMEK DEĞİL, SOMUT DURUMU GÖRMEK VE ANLAMAK, İTİDALLE BELGE VE BİLGİLERİ DEĞERLENDİRMEK HUKUKUN İŞLEMESİ VE ADALETİN TESİSİ İÇİN EN ÖNEMLİ KRİTERDİR. NE VAR Kİ RUŞEN BEY GİBİ BİR HUKUKÇUNUN DAHİ - KURDUĞU HER CÜMLE ONLARCA İNSANIN HAYATINI, ONURUNU, ÖZGÜRLÜĞÜNÜ, SEVDİKLERİNİ, AİLESİNİ DOĞRUDAN İLGİLENDİRİRKEN -İÇERİĞİNİ BİLMEDİĞİ BİR DOSYA HAKKINDA NETİCESİNİ DÜŞÜNMEDEN YORUM YAPABİLMESİ TOPLUMUN GETİRİLDİĞİ HALİ GÖRMEK AÇISINDAN İLGİNÇ BİR DURUMDUR.
Zira Ruşen Bey’in “olağan, rutin bir uygulama” olarak adlandırdığı hukuk dışı uygulama neticesinde,
- İçlerinde kanser hastası, beyninde her an patlamak üzere olan bir pıhtı ve beyin kanaması riskiyle yaşayan ağır hastalar dahi, demirden bir kutu olan Ring araçlarında penceresiz ve havasız bir ortamda, ayaklarını uzatabilecek kadar dahi bir alan olmayan darlık içinde, yanlarına yiyecek ve içecek verilmeden, yüzlerce kilometre elleri kelepçeli taşınmaktadır.
- Ailesinin ve avukatının ziyarete gelmesi güçleşmekte, savunma hakkı da ailesiyle görüşme hakkı da fiili olarak sınırlandırılmaktadır.
- Dosyasına giren evraklara ulaşması imkansız hale gelmektedir.
- Savunma için tekrar Mahkemeye İstanbul’a aynı gayri insani koşullarda taşınmakta, 15-20 saatlik aç, susuz, uykusuz bir yolculuğun ardından, üstelik cezaevine giriş yaparken evraklarına el konulduğu için de savunma dosyası dahi elinde olmadan savunma yapmaya mecbur bırakılmaktadır.
BUNUN ROMA DÖNEMİNDE İNSANLARI PARÇALANMASI İÇİN ELİ KOLU BAĞLI ARENAYA ATMAKTAN BİR FARKI OLMAMAKTADIR. SAVUNMA HAKKINI, İNSANİ YAŞAM HAKKINI ELİNDEN ALIP “BUYUR ANLAT DERDİNİ” DEMEK HUKUK DEĞİLDİR. ADALET HİÇ DEĞİLDİR.
NETİCE OLARAK, kendisi de savcılık ve hakimlik yapmış olan Ruşen Bey’in de çok iyi bildiği gibi görevi suça dair somut delilleri toplamak olan savcıların, ortada suç olmadığından delil de olmayacağı için korkutma ve dayatmayla beyan almayı görev edinmeleri makul görülemez. Elbette hakimler ve savcıların çok büyük çoğunluğu böyle bir hukuksuzluğa tevessül etmemektedir. Sayıca az olsa da bu hukuksuzluğu yapanlar olduğunda bunu farkına varmadan da olsa meşrulaştırmak bir gün kişinin kendisine de dönebilecek bir hukuk kabusuna kapı açmak demektir.
Ruşen Bey programdaki açıklamasında, “Savcı açısından baktığım zaman şimdi elbette ki zayıftır vatandaş. Silahlarda eşitlik ilkesi olacak. Avukatların hakları sınırlanmayacak. Açıklama yapma hakları, silahlarda eşitlik ilkesi bunu gerektirir” demektedir. İşte temel konu da budur. Vatandaşı elinden tüm haklarını alarak zayıf bırakmak yargılama yapmak olarak adlandırılamaz.
Amacı baştan sona eşitlik ilkesini ortadan kaldırmak olan bir uygulamaya “olağan uygulama” olarak bakılması nasıl makul görülebilir?
Aynı programda konuk olan Gaffar Yakınca isimli gazeteci ise, “ben asıl olarak temel insan haklarında ihlal var mı sorun mu var mı ona bakarım” demiştir. Gaffar bey yukarıda detaylı olarak anlattığımız ve Adnan Oktar Davasında yaşanan hukuksuzlukların ve ihlallerin sadece binde biri olan hususları hak ihlali olarak görmüyorsa neyi hak ihlali olarak gördüğünü kamuoyu ile paylaşmalıdır kanaatindeyiz.Samimi olan her insanın hak ve hukuk ihlali olduğunu gördüğü, tüm ceza hukukçularının TCK’yı yazan profesörlerin bu konuda hemfikir olduğu Adnan Oktar Davası dosyasında yaşananlar için “yokmuş gibi” davranmak hukuksuzluk ateşini büyütmekten başka hiçbir netice vermemektedir. Müvekkil ve arkadaşları derin imanlı, tevekküllü, Devlete itaatli ve mutedil insanlar olduklarından yaşadıklarını şükürle, sabırla ve sevinçle karşılamaktadırlar. Konuyu gündeme taşımalarının sebebi de kendilerine bir imtiyaz tanınması talebi değil, Türkiye’nin aydınlık geleceğinin korunması, Devletin bekasının muhafaza edilmesi gayretidir.
Ferhat Murat isimli bir diğer gazetecinin ise söz konusu programda, “bir görevli içeriye avukat odasına dışarıdan bir dürüm getirdiği iddia edildi. Bu soruşturma sonucunda diğer tespitler de göz önünde bulundurularak Van Başkale’ye gönderildi Adnan Oktar” iddiası ise baştan sona her cümlesi yanlış olan, Sayın Gazetecinin bugüne kadar okuduğu haberlerin her birini bir diğerine karıştırarak, konunun ne olduğunu hiç bilmeden ve anlamadan yaptığı, şaşırtıcı derecede gerçek dışı olan bir yorumdur.
- Müvekkilin 7 yıllık tutukluluğu boyunca hiçbir cezaevinde hiçbir zaman avukat odasına dışarıdan yemek getirilmesi gibi bir konu olmamıştır. Bu konuda yalandan dahi olsa bir isnat dahi bulunmamaktadır.
- Basında müvekkilin duruşma için götürüldüğü mahkemede nezarethanede bulunduğu esnada Jandarma personeli tarafından kendisine ve diğer sanıklara yemek getirildiği iddiası gündem olmuştur. Bu da çarpıtılmış ve yalan bir haberdir.
- Çünkü duruşmaya götürülen her vatandaşın yemek ihtiyacının karşılanması Jandarma personelinin sorumluluğundadır. Sabah 09:00’dan gece 23:00’e kadar süren duruşmalar sürecinde hiçbir vatandaşın yemek yemeden su içmeden hayatını devam ettirmesi beklenemeyeceğine göre, Jandarmanın tutukluların yemek ihtiyacını karşılaması olağan ve insani bir tutum olup, hepsinden öte Devletin kendisine yüklediği görevin yerine getirilmesidir.
- Bu konunun hiçbir yerinde müvekkilin herhangi bir talebi, herhangi bir görevlinin meslek sorumluluğunu ihlal eden bir tutumu ve avukatlarının bir rolü veya katkısı yoktur.
- Bahse konu olayın müvekkilin Van Başkale’ye sevkiyle de bir bağlantısı bulunmamaktadır. Zira olay Silivri’de, Marmara Ceza İnfaz Kurumları duruşma salonunda duruşmaların görüldüğü dönemde yaşanmış ve kanuna aykırı hiçbir yönü olmayan bir konudur.
SONUÇ OLARAK;
Şu an çeşitli hukuk ihlalleri ile gündemde olan İmamoğlu Davasında yaşananları tüm Türkiye yakından izlemektedir. Temennimiz Türkiye’nin hiç kimsenin en küçük bir hukuk ihlaliyle dahi karşılaşmadığı bir ülke olmasıdır. Müvekkil her düşünceden, inançtan, ideolojiden insanın kanunlar önünde eşit olduğuna, birinci sınıf insan muamelesi görmesi gerektiğine inanan bir insandır. Şu da bir gerçektir ki İmamoğlu Davasında basına yansıyan ve insanların haklı olarak eleştirdikleri hukuk ihlalleri bugüne kadar müvekkil ve arkadaşlarına yapılanların binde biri bile değildir. Müvekkil ve arkadaşları 7 yıldır tüm bu hukuksuzlukları ve daha fazlasını sayıp bunlar rutinleşmiş olarak yapılıyor dediklerinde adeta “oh olsun” tutumu sergileyen, alınması gereken tedbirleri sıraladıklarında “bana dokunmayan bin yaşasın” diyenler şu anda adaletsizliklerin boyutu karşısında panik duymaktadır. Adaletsizliğin büyümesine bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunanlar, bir gün kendileri de saracağı artık aşikar olan hukuksuzluğun ortadan kalmasını istiyorlarsa samimi olmalı ve başkalarına yapılan en ufak bir haksızlığa dahi göz yummamalıdır.
Saygılarımızla kamuoyunun bilgilerine sunarız. 25.04.2025